30 Ekim 2008 Perşembe

“MÜESSESEMİZDE AİLE VAR…”





Eskiden öyleydi.

Bir çay bahçesinde, bir kafede vs, bir kızla bir erkek fazlaca yakınlaşıp öpüşüp koklaşırlarsa, garson hemen biterdi yanlarında: “Hop kardeşim, müessesemizde aile var!”

Şimdilerde ise çağ atladık, biliyorsunuz. Öpüşme, el ele tutuşma gibi sinir bozucu faaliyetlerde (!) bulunan gençlere direkt girişiyorlar, tekme tokat vs ile… karanlığın iyice çöktüğü kentlerde, kasabalarda, varoşlarda.

Ben ta ilk gençliğimden beri, bizdeki aile kurumundan çok tırsarım.

Aile deyince aklıma höt zöt bir baba, bir sürü laftan anlamaz çocuk, bu çocukları ve höt zöt adamı idare edeceğim derken balataları hafiften sıyırtmış bir kadın gelir.

Nereden çıktı bu “aile” muhabbeti diye soracak olursanız…

Eskiden dost, arkadaş gidilen, içki içilen, muhabbet edilen yerlerin teker teker “aile salonu” haline getirildiğini görüyor, izliyorsunuzdur.

Bu içki yasakçılığının ardında çok derin dolaplar var. Bir toplumu dönüştürmenin en emin yolu, sosyalleşme koşullarını değiştirmekten geçer.

İçki, tadında olmak koşuluyla, sosyalleşmektir.

Sosyalleşmek bir araya gelmektir, konuşmaktır. Konuşmak zihnin açılmasıdır. Zihnin açılması fikir üretmek demektir.

"Ama bizimki gibi aşiret toplumlarında fikir üreten, düşünen, gülen, hayata tutkuyla bağlı, özgür ruhlu insanlardan hoşlanılmaz."

O yüzden tüm lokantalara, cafelere içki yasağı geliyor yavaştan.

Buralara hayattan zevk alan, muhabbeti seven “birey”ler değil, geleneksel “aile”ler gelebilsin diye.

Yani yığınla gürültücü çocuk, uysal kadınlar, bıyıklı ağır erkekler…

Dengesiz nüfus artışı dolayısıyla sayıları gitgide artan muhafazakar kesimin, kendi anladıkları, bildikleri yaşam tarzının her yere egemen olması.

Ha, bu yazdıklarımdan aile kurumuna karşı olduğum sanılmasın sakın.

Yalnızlıkta güzel olan ne var ki? Hepimiz sevgiyi paylaşabileceğimiz, içinde kendimizi güvende hissedebileceğimiz büyük, sıcak bir ailenin özlemini duyarız.

Dedeler, nineler, teyzeler, yeğenler, kuzenler…

Kalabalık aileler güzeldir. Ama Akdeniz tipi olacak. Gülmeyi, eğlenmeyi bilen, paylaşan, hoşgörülü, hayat deneyimlerinin kuşaktan kuşağa aktarıldığı, dedelerin torunlara bir şeyler öğrettiği, kardeşlerin kuzenlerin bir arada büyüdüğü eğlenceli aileler yani.

Birbirini gerçekten seven, koruyan, kollayan insanlardan oluşmuş aileler.

Deliren dünyayla birlikte, yok olmaya yüz tutmuş bir aile tipi. Kendini küreselleşme canavarından koruyabilmiş Akdeniz ülkelerinde varlığını sürdürüyordur hala herhalde. Umarım.

Kapitalizm ve parayataparlık “aile”yi mahvetti. Çok gelişmiş ülkelerde mutlak yalnızlığa neden oldu, az gelişmişler ülkelerde ise “aşiret” yapısını güçlendirdi.

Bunun sonucunda, küreselleşme girdabında dönen ülkelerde 2 tip aile var. Zengin olanlarında “çekirdek”, yoksul olanlarında (yani sömürülenlerinde) geleneksel.

Çekirdek aile matah bir şey değildir. Resmi ya da resmi olmayan hali, hiç fark etmiyor.

Büyük yazar Kurt Vonnegut şöyle demişti: “Bir koca, bir karı ve birkaç çocuk aile değildir. Son derece kırılgan bir hayatta kalabilme birliğidir” (Ülkesi Olmayan Adam, sayfa 54)

Küreselleşmenin sömürdüğü bizimki gibi geri kalmış ülkelerde ise, yoksulluğun ve zorunlulukların bir arada tuttuğu büyük aileler var.

Ama bu büyük aile tipi, hoşgörülü bir aile biçimi değil.

Güçlünün güçsüzü ezdiği, baskının ve eziyetin olduğu, hiç de demokratik olmayan bir yapı.

Ülkenin geneli neyse, aileye indiğinizde de onu görürsünüz yani. Ya da aileden yukarı çıktıkça, toplumsal düzende onun yansımasını görürsünüz.

Bu tür bir ailede, aile bireyleri arasında sevgi, saygı, anlayış pek yoktur. Yoksulluk ve geleneksellik harcıyla birbirine yapışmıştır bu insanlar.

Bizimki gibi toplumlarda, kişisel gelişim ta çocukluktan itibaren engellenir, köreltililir. İnsanlar “birey” olamayacak şekilde sakatlanırlar.

Böylesi toplumlarda insanlar bir saatliğine olsun kendi kendileriyle kalamazlar. Sürüler halinde hareket ederler. Teknolojiyi bile kendi kendileriyle baş başa kalmamak için kullanırlar. Cep telefonları, televizyonlar, internet hep sığınılacak limanlardır.

Bizimkisi gibi toplumlarda insanlar ya “ezen” olurlar, ya “ezilen”.

Ama “Gerçek insan” olamazlar.

Gerçek insan: Yani hayattan bir şeyler öğrenen, bu öğrendiklerini çevresine, çoluğuna çocuğuna aktarma yollarını bilen, zorbalıkla değil sevgiyle iletişim kuran… Seven, özgür ruhlu, anlayan ve anlatabilen…

Güzel insan yani…

Ben kalabalıklar içinde özgür olmayı severim. Şu anda bize dayatılmaya çalışılan ise, sürü olmanın dayanılmaz hafifliği fikridir.

NESLİHAN ACU

"World"